Manevi Bilimler

 

 

Maneviyatın Bilimsel Çerçevesi: Manevi Bilimlerin Doğuşu

 

Prof. Dr. Ali Seyyar

 

Maneviyat ve İlahiyat Arasındaki Bağ

Bilimsel bir yaklaşımla maneviyat, tabiat ve fizik ötesi konuları ele alan, ilahî kökenli bilgilere dayanan bir ekoldür. İlmin kaynağını ve özünü oluşturan maneviyat, metafizik âlemdeki dünya gözüyle görülmeyen her şeyi incelediği gibi iman, marifet (tanıma, bilme), rüşt (doğru yolda olmak) gibi manevî nimetleri, güzellikleri ve iyilikleri derunî olarak incelemektedir. Vahiy kaynaklarından beslenerek, dünya gözüyle görülmeyen ve-fakat iç dünyamızla varlığına inandığımız gaybî konuların bütününü ele alan maneviyat, insanın hem rasyonel inancını, hem de bütüncül düşünce ufkunu kuvvetlendirmektedir.

Maneviyat ve ilahiyat kavramlarının içeriği hemen hemen aynı konularla ilgilidir. Ancak ilâhiyat, bir disiplinin adıdır. Maneviyat ise bu disipline konu olan meselelerin hepsinin ortak adıdır. Bir başka ifadeyle ilâhiyatın konusu maneviyattır. Yani dış dünyada (ayanda) maddî varlığı olmayan fakat gerçekte varlığı olmakla birlikte mahiyeti bilinmediği için "zihinde varlık" olarak nitelendirilen ya da bir madde/cisimde varlığı somutlaşan varlıklar, ilâhiyatın kapsamına girmektedir. İslâm ilimleri arasında kelâm ilmi, ilahiyat ilmini usûl-i din ilmi olarak sistemleştirilmiş, İslâm inanç esasları çerçevesinde yaradılışı ve ilahiyata dair mevzuları izah ederek felsefeden ayrılmıştır. Aynı şekilde Hıristiyanlık tarihinde de "teoloji" adı altında bir ilahiyat disiplini geliştirilerek, yaratılış ve diğer metafizik konulara yer verilmiştir.

İlm-i kelam, Allah'ın zat ve sıfatlarından bahsederken, O'nun zatıyla birlikte sıfatlarını da konu edinmiştir. Dolayısıyla manevî bir varlık ya da mahiyeti gayb yani bilinmez olarak algılanan Allah, gerçekte manevi değil, varlığı yaratan ilk, tek, ezelî ve ebedî olan varlıktır. O'nun bir varlığı ve mahiyeti vardır. Ancak bu mahiyet, yaratıklardan hiç birine benzemez; yaratıklara teşbih edilemez. İnsan muhayyilesine sığmaz. O'nun Allah olmasının gereği budur. Müslümanlıktaki bu tevhit ve tenzih anlayışı maneviyatın temelini oluşturur. İlahiyat da imanın altı şartından birincisi ve en önemlisi, Allah’ın vâcib-ül-vücûd ve hakikî ilâh ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Bundan dolayı Kuran’ın hemen her ayetinde tevhid konusuna bir şekilde temas edildiği görülmektedir.

İlahiyat ve Felsefe Arasındaki Bağ

Yunanca “Filo” (sevgi) ve “Sofia” (hikmet) kelimelerinden meydana gelen felsefe (philosophie), “Hikmet Sevgisi” veya “Bilgelik Sevgisi” anlamında olup, bilimsel yönüyle de “İlm-i Hikmet” olarak tanımlanır. Felsefe akımı, ilk kez ortaya çıktığında iki düşünür tipi vardı: Bunlardan bir bölümü "philosophos" bilgeliği arıyor ve hakikati elde etmeye çalışıyordu; ötekiler ise "sophos", bilgeliğe ve hakikate sahip olduklarına inanıyorlardı. Bu boyutuyla felsefe, insanın hakikate ulaşmak için, çaba göstermesi gerektiğini ifade eden bir terimdir.[1]

Başta varlık olmak üzere hemen bütün bilgi alanlarına, derin bir araştırma, tefekkür (teorik, rasyonalist, ampirik, manevî, idealist, realist düşünce) vasıtasıyla ve bilimsel yöntemlerle ulaşmaya gayret eden, böylece temel bilimleri mümkün kılan, bilimlere gerekli olan aklî kavramları ve prensipleri hazırlayan bir ana bilim olması hasebiyle felsefe, “İlimlerin İlmi” veya “İlimlerin İzahı” olarak da tanımlanmıştır. Bir başka yaklaşımla, önce felsefe vardı, bağımsız bilimler sonradan felsefeden ayrılarak, ayrı birer bilim dalı hâline gelmiştirler.

Felsefe, bu kadar geniş bir alana derin teorik detaylarına varıncaya kadar hitap ettiği için, felsefenin tanımı da çok zengin olmuştur. Bazı önemli mütefekkirlerin felsefeye bakışlarına ve felsefeye yaptıkları tanımlara kısaca bir göz atalım:[2] Pythagoros, “Başlangıcı; ilim sevgisi, ortası; insanın gücü kadarıyla varlıkların mahiyetini bilip tanıması, sonu da ilme uygun bir şekilde konuşup yaşamaktır” derken Platon, felsefeye “Görülmesi mümkün olmayanın ilmi” demiştir. Descartes, “felsefe sözünden hikmeti (bilgelik) incelemek anlaşılır. Bilgelikten de, insanın bilebildiği kadar, bütün şeylerin tam bilgisi anlaşılır” ifadesini kullanırken, Hegel de, felsefeyi “Önce genel olarak düşünce tarafından nesnelerin (eşyanın) derin bir şekilde incelenmesidir” olarak tanımlar.

Felsefenin en temel konularından biri olan ilâhiyat yani metafizik, ilk dönemlerden beri insanlığı meşgul etmiştir. Maddî bir sureti bulunan insan, görünen bu âleme nerden geldiğini ve nereye gideceğini sorarak, ilahiyat ilmiyle ilişkisini başlatmıştır. Felsefe bilimini metafizik özellikleriyle sistemleştiren ilk filozof, Aristoteles olarak bilinir. Aristoteles, bu âlemin ondan çıktığı ve âleme ilk hareketi veren "hareket etmeyen bir hareket ettirici"nin varlığını kabul ederek, bu âlemin nasıl yaratıldığını izah etmeye çalışmıştır. Aristo'nun bu düşüncesi, Batı ve Doğu felsefelerini derinden etkilemiştir. Felsefenin, bilinenlerden hareket ederek, bilinmeyenleri akıl ve mantık ölçüsünde değerlendirmek açısından felsefe ve İlahiyat, ortak bir misyon yüklenir. O misyonun ortak çabası, Aristoteles'in “bütün insanlar tabiî (fıtrî) olarak (hakikati) bilmek isterler" cümlesinden yola çıkarak[3] “Hakikati Bulmak ve İdrak” etmektir.

Müslüman mütefekkirler, Aristoteles'inn fikirlerinden etkilenmelerine rağmen kendileri yeni bir felsefi sistem kurarak, günümüze kadar etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Özellikle İbn Sina, ilahiyat konusunda orijinal bir sistem geliştirebilmiş, varlık ve mahiyet ayrımı yaparak, ilk varlığın yani Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu "sudur nazariyesi"yle açıklamıştır. Diğer Müslüman mütefekkirler de, felsefeyi, hep İslâm perspektifinden ele alarak (İslâm Felsefesi), genelde “felsefe, eşyanın mahiyet ve hakikatini bilmek, varlığın sebebini açıklama gayreti ve insanın kendini bilip tanımasıdır” diye tanımlamışlardır. Mesela El-Kindi, “Felsefe insanın kendisini tanımasıdır. Felsefe sanatların sanatı, hikmetlerin hikmetidir. Felsefe, insanın gücü yettiği sürece külli-edebî şeylerin hakikatlerini, mahiyetlerini ve sebeplerini bilmektir” der. Farabi ise kısaca “Var olmaları bakımından varlıkların bilinmesi…” şeklinde felsefeye bakar ve Muhyiddin el-Arabi de “Nesnelerin hakikatlerini oldukları gibi bilmek ve onların var oluşları ile hüviyetleri konusunda hüküm vermek sûretiyle, insan ruhunun olgunlaşmasıdır” şeklinde bir tanımlama getirir. İmam Gazali ise çok anlamlı bir felsefe (hikmet) tarifi yapar: “Hikmet, varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmektir.”

Ortak düşünce köklerine sahip olan felsefe ve İlahiyat, bilimsel gelişmelere paralel olarak yeni bilimlerin doğmalarına vesile olmuşlardır. Mesela felsefe alanında ortaya çıkan din Felsefesi, varlık felsefesi gibi konular, İlahiyatın da konularına girmiştir. Bu kadar ortak alanın yanında birbirlerinden tamamen ayrılan noktalar yok değildir. Hem felsefe, hem de din, hikmet arayışında aklı ve tefekkürü ön planda tutar. Ama İlahiyatın (dinin, İslâm’ın) bir farkı var. İlahiyat, akıl ve bilimin yanında vahyin somut bir yansıması olan kitap (Kuran-ı Kerim) ve Sünneti de bilimsel bir kaynak olarak değerlendirir. Müslüman mütefekkirler, felsefenin sadece akılla ilgilenmesini yeterli görmezler. Zira insan ruhu, sadece akıldan ibaret değildir. Dolayısıyla gerektiği durumlarda diğer manevî vasıtalara ve kaynaklara da (sezgi, vicdan, tefekkür, inanç) başvurulmalıdır.

İlahiyat ve Ahlâk Arasındaki Bağ

Maneviyatın ilahiyatla bağlantılı olmasından dolayı dinî ve ahlakî normlar da maneviyatın kapsamına girer.. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm dininin savunduğu temel ahlâkî prensipler olduğu gibi diğer din ve felsefelerin savunduğu temel ve evrensel ahlâkî prensipleri vardır. Her dinin mensupları tarafından bu ilkelere sahip çıkılması, o dinin bir emridir. Bu açıdan manevî değerler olarak nitelendirilen bu prensiplerin temel kaynağı, dindir. Dinin ise hayatı üzerine inşa ettiği temel öncülleri ilahî prensiplerdir. Bu ilahî prensiplerin o dine inanan fertler tarafından benimsenmesi, maneviyat ile ahlâk arasındaki doğru ilişkinin ve sosyal tezahürün bir boyutudur.

En son tevhit dini olan İslâm ve dolayısıyla Kuran ahlâkı, davranış bozuklukları gibi sosyal sorunlara kendine has manevî telkin yöntemlerle akıllı çözümler getirir. İslâm ahlâkı, nefsin oyuncağı hâline gelen kişilerin, nefsin emirlerini yerine getirip, akli-selimden uzak bir sosyal hayat yaşayacaklarını bildiği için, nefis mücadelesine özellikle önem verir. İslâm veya Kuran ahlâkı, ilk başta Allah’ın rızasına, daha sonra toplumun değerlerine uygun bir yaşama tarzının oluşturulmasını benimser. Buna göre insan, kendisine ilâhî bir ihsan olan irade sıfatıyla güzel şeyler irade ederse, şefkat duygusunu aslî fıtratına uygun bir şekilde kullanır, Allah’ın kullarına ve diğer mahlûkatına merhametle muamele ederse, kısacası kendisinde yaratılan manevî kaynaklarını Allah’ın razı olduğu istikamette kullanırsa Kuran ahlâkıyla ahlâklanmış olur.

Türkçe’mizde kullanılan ahlâk kelimesi, etimolojik açıdan Arapça “hulk” (“huluk”) ve “hılk” kelimelerinden türemiş olduğu çok manidardır. “Hulk”, yaratılış (fıtrat) ve insanın yaratılış ve ruh özelliklerinin tümünü dile getiren bir deyiminin çoğulu olarak “huylar, seciyeler, mizaçlar, âdetler, karakterler, alışkanlıklar” manalarına gelirken, “Hılk”, “yaratılmış” veya “yaratıklar”, yani halk veya toplum anlamındadır. “Hulk”, insanın beden ve ruh bütünlüğü ile alâkalı olduğuna göre ahlâk, insanın bir gayeye yönelik olarak, kendi iradesi ile iyi davranışlarda bulunup, kötülüklerden uzak kalma mücadelesidir.

Diğer taraftan fıtrat ve ahlâk arasında da tabiî bir bağlantı vardır. Buna göre ahlâk (ikinci fıtrat olarak huy veya mizaç), insanların ve toplumların yaratışlarına, yani aslî fıtratlarına uygun olan veya olmayan davranış biçimlerinin bütünüdür. Bir başka ifadeyle, ahlâk, hem insanın ruhî-zihnî hâllerini ve huylarını, hem de bir toplumun alışkanlık, töre ve âdetlerini, yani moral değerleri ve(ya) sosyal ahlâkı anlatan bir terimdir. Dolayısıyla ahlâk, insanların ruhlarında (nefislerinde) yerleşik olan iyi (manevî) veya kötü (nefsanî) eğilim ve davranışların bütünüdür. Bir başka ifadeyle ahlâkı, güzel ahlâk ve kötü ahlâk şeklinde iki kısma ayırabiliriz. Aynı şekilde, “ahlâksız insan yoktur”; ancak “iyi (güzel)” ve “kötü ahlâklı insan” vardır diyebiliriz.[4]

İşte İslâm ahlâkı da, nefsanî duyguların kontrol altında tutulmasını ve manevî kaynakların da hayırlara vesile olabilecek bir irade ile kullanılmasını öğütler. Nefsi ile mücadelede bulunan bir insanın ahlâkı, temelde fıtrî ve İslâmîdir. Marifetullah yolunda yürüyen, yani Allah’ı tanıma vadisinde ilerleyen insanlar, hikmetin gizemli lütuflarından feyiz alabilecekleri gibi, “Kuran ahlâkı ile ahlâklanma” şerefinin en ileri mertebelerine ererler. Dolayısıyla herkes, imanı, tevekkülü, teslimiyeti, ihlâsı, ilmi, sabrı, şükrü ve tefekkürü ölçüsünde İslâm ahlâkıyla ahlâklanabilir.

İslâm inancına göre, ahlâkın mertebelerinde ilerleyebilmek için, ilk önce kişinin İslâm’ın temel ahlâk değerleri ile ilgili gerekli bilgileri edinmesi gerekmektedir. Daha sonra bu bilgilerin, davranışlara ve sosyal hayata yansıtılması zaruridir. Sergilenen ahlâkî davranışlar, zamanla kişinin iç âlemini olumlu yönde etkiler. Bilgi, duygu, vicdan, kalp ve irade sayesinde "iç kontrol” (manevî muhasebe) ve “nefisle mücadele” zamanla tam olarak oluşur ve neticede davranışlar, ahlâkîleşebilir. Neticede hedeflenen ahlâkî şuur, Kuran ve Sünnette tarif edilen ahlâka tam uymakla, elde edilebilir. Allah’ın sıfatlarına ve isimlerine uygun sıfatlarla sıfatlanabilmiş bir insan, ilâhî ahlâkı, bütün benliğinde hissedip yaşayacağı için, insan-i kâmil mertebesine ulaşma şerefine nail olur.

İlahiyat ve Din Arasındaki Bağ

İbadet etmek anlamındaki “e-li-he” veya “e-le-he” kökünden türeyen ilâhiyat kelimesi; ilahî, ilah ile ilgili olan, Yaratan’dan bahseden, onun mahiyetini; sıfatlarını ve hâlini anlatmak anlamlarına gelir.

Dinî bir terim olarak ilahiyat; inanılacak şeylerden bahseden kelâm ilminin; Allah’ın varlığı, zâtî ve subutî sıfatları ve fiillerinden (işlerinden) bahseden bölümüne verilen isimdir. İlahiyat, dinleri, mezhepleri ve diğer dinî-felsefî doktrinleri, tarihî ve itikadî yönleri ile mukayeseli olarak inceleyen, Yaratanı ve O’nun sıfatlarını belirleyen, âlem ve insan ile münasebetleri araştıran ilimdir.

Kelimenin anlamı kök itibarıyla Allah’ın sıfatları ile ilgili bilgiler anlamına gelse de Türkçe’de son devirlerde “ilâhiyat” dendiğinde, din ilimlerinin hepsini de içine alan ilim dalı olarak anlam genişlemesine uğramıştır. Keza, “İlâhiyatçı” dendiğinde, dinî ilimlerle uğraşan kişi anlaşılmaktadır. Dar manada din, itaat, âdet, durum, ceza ve mükâfat anlamlarına gelmektedir. Geniş anlamda din, yönetme, yönetilme, örf, hüküm, hudut, hesap, millet, tapınma, tevhit ve İslâm anlamlarına gelmektedir.

Dil âlimleri, din kelimesinin Arapça "deyn" kökünden mastar veya isim olduğunu söylerler. Din, insanın, Yaratan ile manevî bir bağ kurma ihtiyacını karşıladığı ve bunun genelde dua, zikir ve ibadet gibi formlarla ifade edildiği bir kurumdur. İnsanlar tarafından doğru, eksik veya yanlış dinî davranış örüntüleri sergilenen, belirli ahlâk (moral; etik) ve değer sistemlerini ihtiva eden bir kurumdur. Sosyolojik bir yaklaşımla da din, bir kurumdur. Buna göre din, insanlar tarafından doğru, eksik veya yanlış dinî davranış örüntüleri sergilenen, belirli ahlâk (moral; etik) ve değer sistemlerini ihtiva eden bir kurum. Bir kurum olarak dinin içinde yer alan unsurlar şunlardır:

1.) İbadet sistemi (namaz, dua, hac, oruç).

2.) Dinin teşvik ettiği hayır işleri ve yapılması konusunda emir hükümleri (farzlar) (zekât; sadaka; vb.).

3.) Sosyal münasebetler (akraba ziyareti, ana baba hakkı, kul hakkı, ziyafet; taziye vb.).

4.) Dinî törenler (mevlit; sünnet; bayramlaşma vb.).

5.) Din adamlığı (imam; hoca; müftü).

6.) Cemaat ilişkileri.

7.) Ahlâk sistemi.

8.) Mabet ve ibadet yerlerinin düzeni (cami; medrese; külliye; tekke vb.).

9.) Dinin yasakladığı ve(ya) karşı çıktığı batıl inançlar (büyü, ip bağlama vb.).

İslâm’da Dinin Tanımı

İslâm âlimleri, dinleri, hak din (İslâm) ve batıl dinler olmak üzere ikiye ayırmıştır. Müslümanlarca benimsenen diğer bir yaklaşım ise, dinlerin vahye dayanıp dayanmamasına bağlı olarak yapılan tasniftir. Buna göre gerçek anlamda iki din vardır. Birisi semavî (ilahî) dinler diğeri de beşerî (dünyevî) “din” veya inançlardır. Beşerî dinler, çoğu zaman karizmatik ruhlu önderler veya manevî sapma içinde olan kişiler tarafından sosyal ve siyasî şartların bir gereği olarak ortaya atılan inançlar veya ideolojilerdir. Semavî dinler ise, bir vahye dayalı, yani Yaratan tarafından gönderilmiş hakikî dinlerdir (Örn. Musevilik; Hıristiyanlık; İslâm).

Vahye dayanan semavî dinler, insanların tecrübe (pozitif bilimler) ile tahsili mümkün olmayan dünyevî ve uhrevî (gaybî) şeyleri, yani Allah’ın kudretinin eserleri ile varlığını ve birliğini, insanlara düşen manevî görevleri ve nimetlerin bir gün hesap sorulacağını ve bunun gibi hayatî önem arz eden meseleleri kutsal kitaplar (Kuran vb) ve temsilcileri (Peygamberler) aracılığıyla öğretir. Vahye dayanan monoteist dinler, Peygamberler aracılığı ile toplum hayatının üzerine etkili ve düzenleyici roller üstlenmişler ve sosyal şartları (yapıları) da önemli derecede değişikliklere uğratmışlardır. Örn. İslâm dini, cahilliye toplumunun siyasî ve ekonomik yapısına, ahlâk anlayışına, kültür temellerine, inanç dünyasına ve genel olarak sosyal hayatın bütün alanlarına ıslah edici birçok yenilikler getirmiştir.

Kuran-ı Kerimde din kelimesi, geniş anlamları ile birlikte 92 yerde geçmektedir. Kuran-ı Kerime göre, “Allah katında din şüphesiz İslâm'dır"”. (Al-i İmrân; 3/19). İslâm dini, İslâm inançları göz önünde bulundurularak, Kuran-ı Kerim’in ışığında tanımlanmıştır. Buna göre din, “akıl sahiplerini kendi hür iradeleriyle Peygamberlerin bildirdiği hakikatleri benimsemeye çağıran ilâhî bir kanundur”. Bir başka benzer tanıma göre din, “akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle-iradeleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren, dünyada ve ahirette saadete sevk eden, Allah tarafından konulmuş bir hayat nizamıdır. İslâmî bir yaklaşımla din, insanın ve kâinatın yaratılış gayesini bildiren ve Yaratıcısını tanıttıran, ölüm ve ötesinin sırlarını açıklayan, insanı, dünya ve ahiret saadetine ulaştıran prensipleri ihtiva eden, akla ve vicdana doğru yolu gösteren, Allah tarafından Peygamberleri aracılığı ile vahyedilmiş ilâhî hakikatler mecmuasıdır (toplamıdır).

Din, kaynağı itibariyle Allah'a, vahyin tebliği yönünden peygamberlere, uygulanması bakımından da ümmete nispet edilmiştir. Dolayısıyla hakikî anlamda din, sadece vahiy kanalıyla elde edilebilen ilâhî teklifler bütünü veya fıtrî doğrular ve vahiy ölçüleriyle hayatın inanç boyutudur. Son Peygamber’in işaret buyurduğu gibi din; iman (inanç), İslâm (teslimiyet) ve ihsandan (Allah’a görür gibi ibadet etmekten) oluşmaktadır. Yani din, Allah’a imanla başlamakta, ibadetlerle olgunlaşmakta, ihsanla kemale ermektedir.

Manevî Bilimler

Manevî bilimler, tabiî (doğal) bilimlerin ilgi alanlarının dışındaki konulara ağırlık veren, daha çok insanın manevî kaynakları ve ruhun meziyetleri çerçevesinde araştırmalar yapan bilim dallarıdır. Kapsamına teknoloji, lisan, sanat, edebiyat, felsefe gibi insan ürünlerinin yanında din kapsamında ahlâk, tasavvuf gibi sosyal ve ilahî konular girmektedir.

Manevî bilimler, kavram olarak 19. yüzyılında Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Vahye dayanan kaynakların tefsiri yanında tarih filolojisi (edebiyat, dil) çalışmaları kapsamında türediği için, toplum ve kültür bilimleri (sosyal bilimler) ile yakından ilişkilidir. Geniş anlamda manevî bilimler, çoğu zaman kültür bilimleri olarak da tanımlanmaktadır.

Manevî bilimlerin teorik içeriği, Wilhelm Dilthey tarafından oluşturulmuştur.[5] “Manevî Bilimlere Giriş” kitabıyla (Einleitung in die Geisteswissenschaften, 1883) Dilthey, maneviyat konularına uygulanabilir sosyal bir boyut kazandırarak, maneviyatı, bilimlerin bütünü olarak ilan etmiştir. Buna göre manevî bilimlerin kaynağında tarihî ve sosyal gerçekler yatmaktadır. İnsanların manevî faaliyetlerinin anlamlandırılması ve idraklere uygun bir şekilde yorumlanması, ancak tefekkür yoluyla ortaya çıkarılabileceğini düşünen Dilthey, tabiî bilimlerden farklı olarak sadece genele yönelik değil şahsî özellikler etrafında bireysel hadiselere yoğunluk kazandırmak istemiştir. Dilthey, fıtrata uygun araştırma yöntemlerinin yanında manevî değerlerin de tespit edilip çalışma kapsamına alınmasına önem vermiştir.

Tabiat biliminin başarıları karşısında, insan odaklı manevî bilimlerdeki gelişmeyi açıklayabilmek için, tarihselcilikle hayat felsefesinden bazı unsurları bir araya getirmiş olan Dilthey, tarihin insan hayatını anlamada anahtar rol oynadığına inanmıştır. Bu doğrultuda, insan ve toplumların ancak tarihî bir çerçeve içinde anlaşılabileceğini öne sürmüş ve dolayısıyla, temelde tarihe ilişkin araştırmayla bu araştırmanın uygun yöntemleri üzerinde durmuştur.

Dilthey’e göre manevî bilimlerin görevi, hayat, idrak ve ifade arasındaki bağın izahını yapabilmektir. Bu çerçevede ifade, belirli döneme ait genel kültürel kodların bir yansıması olarak düşünürlerin hayata dair düşüncelerden ibarettir. Dilthey’in manevî bilimlerin anlama teorisi ve metodolojisi çerçevesinde bir konsept olarak öne attığı “Hermenoytik”, tabiî ve manevî bilimleri birbirinden ayırmak açısından bilimsel tartışmalara yol açmıştır. Bilindiği gibi, Batı Dünyasında “Hermenoytik”, Antik Yunan Tanrısı Hermes, dünya (toplum) ile gök (tanrılar) arasında bağ kurucu ve yeryüzünde yukarının (manevî âlemlerin) yorumcusu olarak kabul görür. “Hermenoytik” denilen bu kelime, kaynağını Hermes’in bu manevî fonksiyonundan alır.[6]

Dilthey tarafından oluşturulan Manevî Bilimler Ekolü’ne katılan diğer bilim adamları şunlardır: Hermann Nohl, Eduard Spranger, Georg Misch, Erich Rothacker ve Jürgen Habermas.

Manevî (Dinî) Bilimler ile İlâhiyat Arasındaki Bağ

İslâmî bir yaklaşımla manevî bilimler, ilahî (metafizik) mevzularla ilgilenen bilimlerin ve bu bilimlerin elde ettiği bulguların hepsine manevi bilimler denir. Manevî bilimler, ilâhiyat ana bilim dalı altında toplanmıştır. İlahiyat kavramı, öncekilerin mabadettabia, ilahiyat ilmi dedikleri metafizik ilmini ifade eder. İlahiyat ilminin temel konusu, hem maddeyi yaratıp suret veren hem de manevî varlıkları yaratan sebeplerin sebebidir. Buna felsefede illet-i ûla (ilk sebep) denir. Bu da varlığı zorunlu olan varlıktır. Bu bakımdan ilahiyat disiplinin ilk konusu varlıktır. İnsanın duyu organlarıyla algılanamayan bu manevî varlıktan madde sudur etmiştir. Dolayısıyla maddenin kaynağı varlığı zorunlu olan "vacibu'l-vücûd" yani Allah'tır.

İlahiyat Kökenli Manevî (Dinî) Bilimler

Bir ana bilim dalı olarak ilahiyata (teolojiye) bağlı olan bilim dalları şunlardır:

1.) Tabiî Teoloji: Yaratanın varlığını, tecrübe ve akıl ile ele alan disiplindir.

2.) Vahye Dayanan Teoloji: Mukaddes kitaplarda muhafaza edilen ilâhî vahye dayanan disiplindir.

3.) Fizik Teolojisi: Yaratanın varlığını, maddî âlemde hükmünü sürdüren intizam (düzen) ile ispat eden ilâhiyat dalıdır.

4.) Pozitif Teoloji: Vahye dayanan kaynakların envanteri (muteber kabul edilen rivayetler, hadisler, kutsal yazılar vb.) ile meşgul olan daldır.

5.) Ahlâkî Teoloji: Yaratanın varlığını, insanın ahlâkî gayeleri ile ispat eden, vahye dayanarak, insan davranışlarının fıtrî esaslarını tespit eden ilâhiyat koludur.

6.) Dogmatik Teoloji: İman edilecek itikadî esaslarla uğraşan daldır. Tecrübe bilgisine ve genel olarak tecrübeye (deneye) dayanan delilleri inkâr ederek, kanaat ve düşüncelerini, inanç doktrinlerinden (teorilerinden) çıkaran düşünce biçimine destek veren bilim dalıdır. Yunanca’da gelen dogma kelimesi, akide, inanç-öğreti ile ilgili söz-kaide, yani inanılan, itikat edilen ve kişiyi mutlak manada bağlayan kesin bir dinî esas veya hüküm anlamına gelir. Katı kurallar çerçevesinde dizayn edilmiş, tartışılmaz, itiraz edilmez bir hakikat ve inanç bağlılığı anlamındaki dogma(tizm), daha çok Hıristiyanlık geleneğinde mevcuttur. Hıristiyanlıkta bir inanç kaidesinin dogma olabilmesi için, vahye dayanması ve kutsal kitapta yer alması gerekmektedir. Ayrıca bu dinî hükmün, resmî bir otorite (Papalığın veya konsüllerin kararları) tarafından ilan edilmesi zaruridir.

7.) Negatif Teoloji: Yaratana ait olan sıfatları, O’nun mahiyetini ve tabiatını reddederek, bunların daha çok insanlarda olduğunu ileri sürerek, Yaratan ve din hakkında olumsuz görüşler üzerinde duran koldur.

8.) Sosyal Teoloji (Sosyal İlahiyat): Dinin sosyal hayata bakışını, sosyal içerikli emir ve yasakları inceleyen ekoldür. Mutezile akımından sonra Ziya Gökalp’in (1875–1924) İçtimaî Usul-i Fıkıh çalışmalarıyla yeniden gündeme gelen, klasik kelam anlayışının Tanrı merkezli olması sebebiyle çoğunlukla insanın ihmal edildiği tezinden yola çıkılarak, insana dayalı bir sosyal düzenin üzerinde de durulması gerektiğini ileri süren bir anlayıştır.[7] Sosyal İlahiyat kavramı, son yıllarda bu akımın dışında genelde “manevî sosyal hizmetler” özelde “manevî bakım” hizmetleri çerçevesinde farklı alanda kullanılan bir kavramdır.[8]

Buna göre, ilahiyat (din) yoluyla elde edilen bütün bilgiler ve tecrübeler, sosyal bilimler alanında ve sosyal hayatın bütün safhalarında ve alanlarında değerlendirilmelidir. Sosyal bilimlerle ilahiyatın (maneviyatın; dinin) bir bütünlük içinde ele alınmasını ve buradan elde edilen yeni yaklaşımların değişik sosyal mesleklere de yansıtılmasını isteyen sosyal ilahiyat teorisyenleri, insan fıtratına uygun tıbbî-sosyal-manevî bakım ve rehabilitasyon, psiko-sosyal danışmanlık ve kişisel gelişim modelleri geliştirmektedirler.

Sosyal İçerikli Manevî (Dinî) Bilimler

Dinî konular ve bilimler, değişik sosyal konular ve bilimlerle iç içe olduğu için, her iki alanı daha çok bilimsel yöntemlerle inceleyen multi disipliner bilim dalları da meydana gelmiştir. Dini, maneviyatı ve dinî tutum ve davranışları, sosyal bilimlerin pozitivist yöntemleriyle inceleyen disiplinlerin en önemlileri şunlardır:

1.) Din Felsefesi: Din felsefesi, dinler üzerinde fikir yürüterek, inançlar hakkında farklı düşüncelerin ortaya çıkmasını sağlamayı öngören bir disiplindir. Dinin hakikatlerini ve tevhidin veya ruhun mahiyetini ortaya koymaktan ziyade, din hususunda, gerek düşünürlerin, gerekse toplumdaki çeşitli sosyal kesimlerin meraklarını gidermek ve bu hususta farklı uygulama biçimlerinden farklı sonuçlar çıkararak, kendilerine göre dinin felsefî boyutlarını araştıran bir bilim dalıdır.

Din Felsefesi, dar anlamı ile sosyal (müspet) bilimlere bağlı dinler bilimi olarak görülebilir. Buna göre din felsefesi, genel dinler bilimi adı verilen ampirik, sistematik ve müspet ilim dallarının bir branşı olarak kabul edilebilir. İlahiyatın uhdesinde olmayan veya İlahiyattan ayrılmış din felsefesi bu yönüyle, vasıflayıcı (deskriptif) bir nitelik taşır.

2.) Din Folkloru: Din folkloru, yaratılış, dünya ve ahiret, cennet ve cehennem, günahlar ve sevaplar, büyüler ve okutmalar, dualar ve beddualar temaları hakkında halk arasında söylenegelen sözler, inançlar, dinî âdet ve gelenekleri araştıran bir disiplinidir. Din folklorunun en belirgin tezahürlerinden birisi, belli "ziyaret yerleri"dir. Meselâ, yatır, türbe, mezarlıklar.

3.) Din Psikolojisi: Din psikolojisi, dinin, fert üzerinde ve duygularındaki etkileri inceleyen, kişilerin dinî tutum ve davranışlarını konu alan bilim dalıdır. Başka bir tanıma göre din psikolojisi, metafizik (doğaüstü veya fizik ötesi) varlıklara inanmaya yönelik coşkusal yaşantıları veya dinî eğitim ve terbiyenin oluşturduğu his, eğilim, sosyal münasebetler, ahlâkî ve estetik yöneliş, düşünce, irade ve coşkuları (iman, inanç, dua, tövbe ve ibadetler gibi), psikolojik yönden inceleyen bir disiplindir.

Genel eğilim bakımından dini, psikolojik bakış açısıyla inceler, bir başka ifadeyle insanın ruhî yaşayış ve davranışları içerisinde dinî nitelik taşıyan her belirtiyi ele alıp, dinî yaşayış ve davranışları bir bütün hâlinde değerlendirir. Kısacası, din psikolojisi, dinî yaşayış ve davranışları, bunlara yol açan sebepleri ve faktörleri, kişilikteki yapılanmaları ve etkileriyle birlikte inceler. Din psikoloji, insanın dinî boyutunu, bütün genişliği ve derinliği içerisinde inceler ve objektif bilimsel bilgiler üretir. Dinin hakikatini veya inanç boyutunu belirlemekten ziyade dinin yalnızca insan hayatındaki etki ve boyutlarını tasvir etmeye çalışır ve dinî hayatın oluşum, değişim ve sonuçlarını araştırır.

4.) Din Sosyolojisi: Din sosyolojisi, dinî hayatı, toplum açısından ele alan, dinlerin ve inançların toplum hayatı üzerindeki etkilerini araştıran bir bilim dalıdır. Dini, bir sosyal kurum olarak ele alan din sosyolojisi, dinin kökenini, gelişmesini, aldığı biçimleri, yapısında ve fonksiyonunda meydana gelen değişimleri, din-toplum münasebeti ekseninde dinî grupların diğer gruplarla olan sosyal münasebetlerini inceler. Diğer taraftan dinlerin farklı coğrafyalarda aldığı değişik biçimleri, dinî inanç ve ibadet biçimleri ile diğer sosyal etkinlikler arasındaki bağlantıları ortaya koyar. Din sosyolojisi, dinî müesseseleri ve faaliyetleri (cami, tekke, zaviye, zekât, sadaka vb.) bir sosyal kurum olarak ele alır ve dinî kurum, kaide ve faaliyetlerinin kökenini, gelişmesini, aldığı biçimleri, yapısında ve işlevinde meydana gelen değişimleri araştırır.

5.) Din Etnolojisi: Kavimlerin-milletlerin dinî kültürlerini karşılaştırmalı olarak araştıran, birbirleri arasında karşılıklı olarak meydana gelen tesirleri ve münasebetleri inceleyen bir disiplindir.

6.) Din Fenomenolojisi: Zaman ve mekan içerisinde ortaya çıkan dinî olayları birer fenomen (hadise-olay) olarak ele alıp, onlara bilimsel yöntemlerle bir anlam vermeye çalışan bir disiplindir.

Görüldüğü gibi, sosyal bilimlerin emrinde olan dinî veya daha doğrusu dinler bilimleri, felsefik, fenomenolojik, psikolojik ve sosyolojik din araştırmaları yaparlar. Mesela, din fenomenolojisi dinî olayları birer fenomen olarak ele alıp onları manalandırmaya çalışırken, din psikolojisi bu vakıaların doğrudan doğruya ferdi ilgilendiren psikolojik yönlerini, din sosyolojisi de onların toplumla olan münasebetlerini araştırır. [9]

 

Özel Arama

 

SONNOTLAR

[1] Felsefe tanımları hakkında daha fazla için bkz.: Arslan, Ahmet; Felsefeye Giriş Kitabı; Vadi Yayınları; Ankara; 2002.

[2] Seyyar, Ali; İnsan ve Toplum Bilimleri Terimleri: Bkz.: Felsefe.

[3] Kâinatı bir bütün olarak anlama çabası olarak felsefe disiplini, "Metafizik" olarak daha ilk çağlarda doğmuştur. Metafiziği ilk kez kuran Aristo(teles)'dir. Aristo, metafiziği kurmuş olduğu halde, o, bu kelimeyi kullanmamıştır. Aristo, bu felsefe disiplininin kendisine konu olarak aldığı alana "İlk Felsefe" adını vermiştir. İlk felsefe, tüm varlıkların özünü, son sebeplerini araştırır ve özellikle de kâinatın yapısını ve özünü bilmek ister.

[4] Seyyar, Ali; Ahlâk Terimleri: Bkz.: Ahlâk ve Ahlâk Teorileri.

[5] 1833'de bir Protestan rahip ailesinin çocuğu olarak Almanya’da doğdu; teoloji ve felsefe öğrenimi gördü. Dilthey, yaşadığı dönemde tabiat bilimlerinin yaygın etkisine karşı, insanı, değişkenliği bağlamında ele alan bir hayat felsefesi geliştirmiştir. Çok değişik konularda yoğun araştırmalara girişti. Maneviyat (İlahiyat) ve edebiyat konularının yanı sıra, sosyoloji, etnoloji, psikoloji ve fizyoloji gibi ampirik bilimlerdeki gelişmeleri de yakından tâkip etti. 1864’te Berlin’de doktorasını tamamladı ve 1866’da Basel Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. 1868’de Kiel ve 1871’de Breslau üniversitelerinde görev aldı. 1882’den sonra Berlin Üniversitesi’nde eğitim faaliyetlerine devam etti. Dilthey, 1911 yılında vefat etti.

[6] Dilthey, Wilhelm; Die Entstehung der Hermeneutik; 1900. 

[7] Seyyar, Ali; İnsan ve Toplum Bilimleri Terimleri; Değişim Yayınları; İstanbul; 2007.

[8] Seyyar, Ali; Teorik ve Pratik Boyutlarıyla Sosyal Bakım.

[9] Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İnsan Yayınları-2000, ss.48-49.